27 Şubat 2020 Perşembe
Bugünkü yazıma nereden başlayacağımı inanın bilemiyorum.
Yıllardan beri hayalini kurduğum bir düşüm var.
Bu düş; bir gün içinde sevgi olan, insan odaklı güzel bir şeyleri yazmak.
Sevgi dilinin hakim olduğu güzel bir şeyler….
Övüne övüne bir şiir gibi, mutlu bir gülüş eşliğinde yazsam satır satır, geleceğe umutla bakarak….
“Ülkem iyi yönetiliyor, ülkemin insanları mutlu, sosyal güvencesi var, payına düşeni alıyor” diyebilsem.
Cumhuriyetim ve onun yapı taşları korunuyor, vatan toprakları için yalın ayak, aç susuz, uykusuz, günde bir öğün yağlı un çorbası ile Allahüekber Dağları’nda, Çanakkale’de, İzmir’de, Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te, Afyon’da, Edirne’de Ardahan’da bu cennet ülkeyi istilacı güçlerden arındıran şehitlerimizin kanları yerde kalmadı, kemikleri sızlamadı diyebilsem…
Ümmetçilikten halk olma, özgür birey olma şerefini bizlere miras bırakan, yürekli, adam gibi devlet adamlarının manevi huzuruna çıktığımda utanmasam……
O yüce devlet adamı ki; “……dahili ve harici bedhahların olacak……” demişti kara günleri işaret ederek.
O yüce insanı gün geçtikçe daha iyi anlıyor, O’na olan saygım ve bağlılığım daha da pekişiyor.
Utanıyorum, bu sahte suratlardan, utanıyorum bu arsız hayasızlardan.
Utanıyorum, O’nun kurduğu okullarda ilim, fen öğrenerek bu günlere gelenlerin hainliklerinden.
“Çıkarın kravatlarınızı, elbiselerinizi, cilalı potinlerinizi.
Giyin cüppelerinizi, sarıklarınızı.
Ödeyin bu ülkenin size verdiklerini.
İnin o kul hakkı, adalet dağıtılan koltuklardan, kirletmeyin oraları” diye bir haykırsam.
Ülkemde açılıkla boğuşan, hastane kapılarında sürünerek şifa arayan milyonlarca insanımız var.
Üniversite mezunu gençlerimizin yüzde 40’ı işsiz.
Tarım ve hayvancılık can çekişiyor.
Milli değerlerimiz tüccar zihniyeti ile yok pahasına sözüm ona satılıyor.
Her kademede usulsüzlük, yasa dışılık, liyakatsizlik aleni yapılıyor.
Minicik çocuklarımıza tecavüz ediliyor, kadınlarımız sokak ortasında öldürülüyor.
Evine ekmek götüremediği için intihar eden babalar, dağılan aileler ve geride kalan kimsesiz çocuklarımız var…
Bulundukları koltukları kaybetmeme uğruna bölük pörçük hiçbir varlık gösteremeyen ve buna rağmen hazineden yüklü miktarlarda yardım alan siyasi partilerimiz var…
Rekabete dayanmayan ve denetimden tamamen yoksun kara düzen bir piyasa ekonomisi.
Bu tablo içerisinde umutsuzluğa düşürülmüş ve kaderine terk edilmiş kocaman bir ulus.
Zevk-i safa içerisinde saltanat süren bir avuç imtiyazlı gurup…
Dilerim bir gün iyi bir şeyler yazarım,
Hem de çok iyi bir şeyler…
Saygılarımla.
Bugün; Keykubat Plajı’ndaki kum ve sahil erozyonunun engellenmesi, kullanılabilir sahil bandının genişletilmesi ve bölge turizmine katkı sağlanması amacıyla hazırlanan, kum tutucu T- Mahmuz projesi hakkında, Kültür Merkezinde bilgilendirme toplantısı yapılacağı duyurusu yapıldı.
Anlaşılan bu projeye ne kadar karşı olunursa olunsun, yapımına karar verilmiş gibi görünüyor olsa da, biz yine de birkaç hatırlatma yapıp, tarihe not düşelim.
İnsan yapımı yasaları değiştirmek elbette ki mümkündür. Ancak; doğanın kanunlarını insanların, bilimsel metotlarla da olsa değiştirmesi mümkün değildir. Zira; doğa kendi kanunlarını ancak kendisi değiştirir ve değiştirirken de yerine mutlaka kendisine uygun olanı getirir. İnsan aklıyla buna karşı gelinirse, doğanın intikamı korkunç olur.
Ormanların yok edilmesi, iklim değişikliği, fay hatlarının bulunduğu alanların yerleşim yeri olarak imar edilmesi vs. gibi örneklerde olduğu gibi.
Deniz kum fabrikası olmadığı için kum üretmez. Denize kumu akarsular taşır. Zira akarsular kum üretirler. Bunu açıkça görmek için, akarsuların denize döküldüğü yerleri gidip yerinde görmek mümkündür.
Akarsuların denize taşıdığı kumların bir kısmını, denizde oluşan küçüklü, büyüklü dalgalarla, sahil boyunca dağıtır. Bir kısmını da dipte oluşan çukurları doldurmak için kendisi kullanır.
Şayet siz; akarsuların üzerine kum ocakları kurarak, denizin ihtiyacı olan kumları alırsanız, deniz de kendisine gerekli olan kumu, sahile değil, öncelikle kendi tabanında oluşan çukurlukları doldurmak için içine alır. Bu kumların deniz tabanına gitmesi hiçbir şekilde engellenemez.
Sonuç olarak; sahillerin yeteri kadar kumla beslenmesi engellenir ise, dalgalarla sürekli hareket eden kumların bulunduğu temiz sahiller yerine, yosunlaşmış, oksijenden yoksun, zararlı bakterilerin ürediği ve hüküm sürdüğü sahiller kendiliğinden oluşur.
Dolayısıyla, ne döviz darphanesi olan turist kalır, ne de turizm. Yani deniz sizden intikamını korkunç bir şekilde almış olur.
Yapılması gereken; denize dökülen akarsular üzerine kurulmuş kum ocaklarının vakit kaybetmeden kapatılması kaçınılmazdır.
Aksi halde, kumun denize gitmesini önlemek için yapılması düşünülen boynuzların, bir süre sonra, sahillerin bağrına saplanmış görüntü kirliliğinden başka bir işe yaramayan, birer hançer olduğunu gördüğümüzde iş işten geçmiş olur.
Kum ocaklarını kapatalım ve sahillerimizin eski bol kumlu güzel günlere dönmesi işini denize bırakalım.
İnanıyorum ki; deniz, kendi ihtiyacı olan kumu temin ettikten sonra, sahillerimizi de ihya edecektir.
Saygılarımla..
DÜN
Rahmetli babaannem orucunu tuttu, bayram namazını da kıldıktan sonra vefat etti.
İki kardeşini istiklal harbinde kaybetmişti. Göz pınarları hep nemliydi. Savaş ve kıtlık günlerini hatırladığında, ATATÜRK‘e duasız namazını bitirmezdi. “Kardeşlerim gitti ama namusumuz kurtuldu oğul” derdi.
Vefat ettiğinde 100 yaşına yakındı. Ben 12 yaşında ve henüz orta birinci sınıf öğrencisiydim.
Rahmetliyi; dünyanın öküzün boynuzları arasında olmadığına bir türlü inandıramamıştık.
“Öküzün, üzerine konan bir sineği kovalamak için kuyruğunu sallandığında yer sarsıntıları olur” derdi.
Hatta, bir gün; rahmetli annem tahta radyodan yurttan sesler programında türkü dinlerken; “Şu gavurun yaptığına bak; insanları küçültüp, küçültüp icat ettikleri sandığın içine koymuş türkü söyletiyorlar” demişti.
Biz; bunların yanlış olduğunu ne kadar söylesek de, bir türlü ikna edememiştik.
” Kitapta var oğlum” derdi.
Nurlar içinde yatsın.
***
BUGÜN
Yapay zekanın icat edildiği, bilim ve teknolojinin akıl almaz hızla gelişmesiyle, dünyanın küçüldüğü bir dönemde gündemi sarsanlar.
– Hz. Nuh, oğluyla telefonla görüşmüş.
Depremi ben engelledim. Bize; okumuş değil, cahil halk gerekli, kızlar 9 yaşında evlenebilir. Dünya yuvarlak değil, düzdür. En çok salavat getirene, cennette en çok huri verilecek. ATATÜRK’e ve annesine ağza alınmayacak hakaretler. Vergi kaçırmak başka, vergiden kaçmak başka. Küçük erkek çocuklarıyla oynaşmaya bademleme denir. Vergilerin nereye gittiğini soran vatan hainidir. Çocuk yaşta evlilik yasaklandığı için deprem oldu. Vs. Vs.
Dün ile bugünü karşılaştırdığımda, babaanneme milyonlarca rahmet okuyorum.
***
GELECEK
Umutsuz değilim. Zira; sistemi, kim nereye götürmek isterse istesin, gelişen ve sürekli değişen çağın karşısında tutunamayacak ve hüsrana uğrayacaktır.
Bunu; dün, Alanya Cumhuriyet Halk Partisi İlçe Gençlik Kolları’nın olağan kurultayında görev almak için yarışan adayların konuşmalarını ve gençlerin çılgınca ve kardeşçe tüm adaylara verdikleri desteği ve o heyecanı gördüm, izledim ve yaşadım.
Teşekkür ederim genç kardeşlerim.
Yolunuz açık olsun.
Gelecek mutlaka sizlerin olacaktır.
Özellikle CHP’de her kurultay öncesi, herkesin ağzından düşmeyen tek şey demokrasi sözcüğüdür. Fakat bilmedikleri tek şey; demokrasi sözcüğünün gerçekte ne anlama geldiğidir.
Aslında; amaca ulaştığında inilen bir trene benzetilen demokrasi, 2002 yılında tarihin tozlu sayfalarında yerini almıştır.
Zira; 2002 seçimlerinden buyana, mecliste bulunan muhalefet partilerinden hiç birisinin, ne komisyonlarda ve ne de meclis genel kurullarında verdikleri hiçbir önergenin, iktidar mensupları tarafından kabul edilmemesi bunun en belirgin örneğidir.
Yani, muhalefet partileri mecliste işlevsiz hale getirilmiştir.
Ancak, yinede; demokrasi tüm kurallarıyla olmasa da, Cumhuriyet Halk Partisi’nde geleneksel olarak yaşatılmaya çalışılır. Bir örnekle açıklamak gerekirse; ilçe başkanlığına aday olanlar; delege seçimleri yapmadan, partiye üye olanlar arasından kendi listesini belirler. O listelerde yer almayan birisinin delege olma hakkı engellenir. Ancak, seçimden sonra herkes, demokratik bir seçim yaptık derler.
Bu tür uygulamalar hoş görü ile karşılansa da, demokratik uygulamada bir gedik açıldığı görmezden gelinir.
Daha sonra; sırasıyla il yönetimlerinin ve genel merkez yönetimlerinin seçimleri yapılır. Asıl kapışma ya da yarışma il yönetiminin seçiminde hız kazanır. Her ilçe ya da il başkanlığına aday olanlar; “ben daha iyi temsil ederim” sloganı ile yola çıkarlar.
Zira, özellikle il başkanlığı makamı, milletvekili olmaya en yakın sıçrama tahtası olarak görüldüğü için yarış çok çetin geçer. Bir bakarsınız ki; kurultay sürecine girilinceye kadar varlığını dahi hissetmediğiniz kişiler, il başkanlığı yarışına dahil olurlar.
Eleştirmeye kalktığınızda “demokratik hakkım” deyiverirler. Ancak; ne var ki, ismi açıklandığında, halkta ya da seçmende bir sinerji yaratarak getirisi olup olmadığı asla sorgulanmaz. O halde asıl amaç milletvekili olabilmektir.
Ancak; unutulan tek şey, yukarıda izah etmeye çalıştığım gibi, bu günkü siyasette milletvekilliği, etkinliği olmayan pasif bir görevdir.
O halde; demokrasiyi yeniden işler hale getirmek için, elde kalan tek çıkış noktası seçim sandığında başarı kazanmaktır. Yani tüm enerjileri birleştirerek güçlendirip, bölgede, sahada, satıhta etkin bir şekilde çalışarak başarılı olmak tek yoldur.
Gelelim Antalya İl Başkanlığı yarışına. Mevcut başkan Ahmet Kumbul, geçtiğimiz yerel seçimlerde büyük bir başarı sağlamış ve mensubu olduğu partinin de azımsanmayacak miktarda oyunu yükseltmiştir. Eğitimli, dinamik ve sandığına sahip çıkan genç bir siyasetçidir. Yani kısacası denenmiş bir siyasetçidir. Ekibine, kendisi gibi halkın sempatisini kazanacak genç yeteneklerden katabilirse, daha da başarılı olacağı kesindir.
Bu aşamada, bir başka adayın enerjisini ya da halkta uyandıracağı sinerjisini test edelim görüşü sadece zaman kaybı olacaktır.
Saygılarımla.
İşsizler ve Dar Gelirliler Komada.
Tüketici haklarının uygulanabilmesinin ön koşulu Anayasamızın 2. maddesinde ifadesini bulan Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti ilkelerinin yaşam bulmasıdır.
İşsizliğin giderek arttığı, resmi rakamlara göre; 15-24 yaş grubundaki öğrenci gençlik dışında kalan gençlerin % 27 sinin işsiz olduğu çeşitli kaynaklarda belirtilmektedir. “İşsizin tüketim özgürlüğü olmaz” gerçeğinden hareketle ekonomik sıkıntı içerisinde olan milyonlarca işsiz yurttaş büyük bir sosyal ve ruhsal bunalım içerisinde bulunmaktadır
Bugün, tüketicilerin yaşamlarını sürdürebilmesi için elektrik, su, doğalgaz, telefon, ulaşım gibi en temel kamu hizmetlerinin fiyatları belirlenirken bu hizmetlerinin fiyatlarındaki yıllık artış oranı, enflasyon oranının 1,5-2 katı yüksekliğine ulaşmakta ve ayrıca insan yaşamının birinci önceliklisi olan bu ürünler, lüks tüketim mal ve hizmetleri sınıfına dahil edilerek % 18 gibi yüksek oranda katma değer vergisi alınmakla tüketici hakları ve kamu yararı yok sayılmaktadır.”
Çevre tahribatı ve enerji savurganlığı başta olmak üzere her türlü savurganlık giderek artmaktadır. Ülkemizde geri kalmış çarpık ve tüketime yönelik üretim ve tüketim modelleri ise bu savurganlığı ve tahribatı artırmaktadır.
Tüketicilerin sağlığı açısından önem itibariyle ilk sırada yer alan gıda konusunda piyasa büyük bir boşluk içerisindedir. Yapılan denetimler ve kontroller son derece yetersizdir. Tarım ve Orman Bakanlığı, geçtiğimiz günlerde (14 Ocak 2020 tarihinde) taklit, tağşiş yapıldığı veya ilaç etken maddesi ilave edildiği tespit edilen toplam 229 firmaya ait 386 parti ürünü kamuoyu ile paylaştı. Ürünler arasında, bal, çay, zeytinyağı, çikolata da yer aldı.
Görülüyor ki; devletin temel görevleri arasında olan sağlık, eğitim, sosyal güvenlik görevleri her geçen gün biraz daha yoksul ve dar gelirli tüketicilerin ulaşamadığı, gerileyen ve aksayan hizmetler durumundadır. Yeni dünya düzeninin etkisiyle zaten kağıt üzerinde var olan Sosyal Devlet ilkeleri giderek rafa kaldırılmaktadır.
Ülkemizde tüketimle ilgili çok büyük çelişkiler ve dengesizlikler yaşanmaktadır. Bir taraftan tüketicilerin büyük bir çoğunluğu yoksulluk ve açlık sınırında yaşarken; gıda, barınma gibi en temel biyolojik gereksinimlerini karşılayamazken, yani tüketim özgürlükleri yok iken, diğer taraftan belli bir azınlık ise büyük bir lüks, gösteriş ve israf içerisinde yaşamaktadır.
Ekonomideki çöküş; önümüzdeki günlerde daha da belirgin ağırlıkta dar gelirli yurttaşlarımızın üzerine karabasan gibi çökeceği açıkça ortadadır
Saygılarımla.