DOLAR 34,4465 0.3%
EURO 36,3032 0.16%
ALTIN 2.836,840,10
BITCOIN 31402283.36463%
Antalya
17°

PARÇALI AZ BULUTLU

SABAHA KALAN SÜRE

Mehmet Can Karagöz

Mehmet Can Karagöz

18 Eylül 2020 Cuma

    Maske Öncesi Şebnem

    Maske Öncesi Şebnem
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Evet, Maskeli Şebnem’i hepimiz tanıyoruz.
    Benim de Maskeli Şebnem hakkında söyleyeceklerim, muhtemelen hepimizin bildiği kadardır veya çok az daha fazlasıdır.
    Ancak maske öncesi, liseli Şebnem’in hikayesinden bahsedeceksek, benden daha iyisini bulamazsınız.
    Bu yazı, sınıf arkadaşımız ve can dostumuz Şebnem Köseoğlu’nu, ona yakışır şekilde anmak içindir ve 11 TM/B sınıfına ithaf edilmiştir.
    Haydi başlayalım.
    *
    Hikayelerde de öyle değil midir, kişileri anlatmadan, karakteri analiz etmeden önce her zaman çevre anlatılır. Çünkü insan her zaman var olduğu çevresi ile şekillenmiştir.
    İşte aynı bu nedenle Şebnem’i anlatmadan önce lise sınıfımızı anlamamız gerekir.
    11 TM/B sınıfı, Ayşe Melahat Erkin Anadolu Lisesi’nin 2007 ve son mezunlarıydı. Daha sonra lise, çevreyolunun üzerinde Hasan Çolak ismiyle eğitim vermeye devam edecekti.
    Eşit ağırlık alanında lisede önce tek bir sınıf vardı. Daha sonra idareciler 40’ı aşkın öğrenciyle iyi bir eğitim veremeyeceklerini fark etmiş olacaklardı ki, eşit ağırlık bölümü iki eşit sınıfa bölündü.
    İşte eşit ağırlık B sınıfının kısa tarihi böyle başladı.
    Sınıfın en belirgin özelliği içine kapanık bir çocuk gibi olmasıydı. Kendinden üst veya alt dönemleri pek tanımaz, pek de arkadaşlık kurmazdı. Tam karşısında A sınıfı vardı, belki o kadar.
    Dostluklarını, paylaşımlarını kendi içinde yapardı. İşte bu nedenle tüm öğrenciler birbirini diğer sınıflara göre çok daha iyi ve samimi olarak tanırdı.
    İşte bu sınıfın bu dışa kapalı olma özelliğini en çok bozan kişilerden biri Şebnem Köseoğlu’ydu. Hepimize oranla diğer yaş grupta daha fazla tanıdığı olanlardan biriydi. Yine de o da bir 11 TM/B öğrencisiydi ve doğal olarak vaktinin önemli bir bölümü bizlere aitti.
    *
    Sınıfta sıralar arka arkaya 5’erli olmak üzere toplam 3 gruptan oluşurdu. Biz sınıfın girişinde pencereye en uzak 5’li sıradaydık. En arka 2 sıra kendi içinde, diğer 3 sıra da kendi içinde takılırdı. İşte uzun zaman boyunca önemli paylaşımlar bu 3 sıradaki 6 kişi arasında paylaşıldı: Diyar, Egemen Buğra, Mehmet Can, Buğçe ve Şebnem.
    Şimdi düşünüyorum da, ben koridora bakan taraftaydım, ama sanırım arka çaprazımda oturan Şebnem, duvar tarafında daha konforlu bir alana sahipti, çünkü oraya yaslanabilirdi. Zaten hepimizin kendine özgü bir çalışma stili vardı. Şebneminki hafif yan bir oturuş ve duvara yaslanma ile başlar, okul hırkasının kollarını parmakları görünmeyene kadar çekerek devam ederdi. Önünde önemli bir üniversite sınavı olan bir sınıf için bazen vücut dili de konuşmak kadar etkiliydi.
    Diğer detaylara gelirsek, Şebnem açık ara sınıfın en yüksek sesli mp3 müzik çalarını kullanırdı. Test çözerken konsantre olmamız için müzik çalara izin verilmişti, Şebnem de nereden bulduğunu bilmediğimiz, ucuz ve dandik görünümlü, ama tam da istediğimiz sesi veren müzik çaların sahibiydi.
    Kopya çeker miydi derseniz, evet. Tüm sınıfça ve belki de en fazla Şebnem tarafından üstüme yapıştırılan “İnek” lakabının hakkını verecek şekilde, bizim sıramız kopya dağıtım merkeziydi. Arka sıra da haliyle bu durumdan iyi bir şekilde faydalanmalıydı. (Elbette hiç dozunu kaçırmadığımızı da ifade etmem gerek.)
    *
    Gelelim biraz da işin psikolojik kısmına.
    Şebnem’in hayatta en çok değer verdiği şey, herhalde onun doğum günleriydi. Öyle ki onun doğumgünü, bir sonraki doğumgününün 365 gün öncesiydi. Daha ilk günden saymaya başlardı. Zaten ilerleyen yaşlarda da liseden aldığı bu temeli arttırarak devam etmişti.
    Diğer yandan, hepimiz gibi o da bir “ergen”di. Onun da ailesiyle bir kuşak farkı vardı. İsyanları, değiştirmek istedikleri, hedefleri… En çok da tam bir ablaydı. O ergenliğin içinde küçük kardeşi Meltem’le ilgili endişe duyardı, evde ona nasıl yansıttığını bilemem ama kardeşinin geleceğini çok önemserdi. İyi bir ablaydı.
    En büyük hayali Ali Koç ile tanışmaktı. Şebnem benden de koyu bir Fenerbahçeliydi ama o dönem Ali Koç başkan değildi. Hayalini fazlasıyla gerçekleştirdi: Hem Fenerbahçe antrenmanlarına katıldı, hem de Ali Koç ile tanıştı. Ancak elbette hastalığıyla ilgili kampanyalarda onların da yer alacağını hiçbirimiz tahmin edemezdik.
    Akademisyen olmak ister miydi, bence hayır. Girişimciydi, yeni şeyler duymayı, daha farklı noktalardan bakmayı severdi. Bu özelliğini de bence sıradan bir akademisyen olmayarak gösterdi. O öğrencileriyle iç içe daha farklı yapıdaki bir sistemin savunucusuydu.
    Benzeri görüşü siyaset için de taşırdı. Ona göre herhalde en kötü şey “dostlar alışverişte görsün” siyasetiydi. Onun için bir siyasetçi sırf varlığı, birikimi ve tarzıyla sürekli yenilik getirecek ve kitleleri ciddi anlamda etkileyebilecek bir kişi olmalıydı. Lise sonraki görüşmelerimizde de politik yaklaşımım ve stratejimde onun görüşlerini de barındırdığımı itiraf etmem gerekir.
    *
    Her hikayenin bir sonu var. Maskeli Şebnem gerçekten çok ilham verici bir hikaye ve henüz daha bitmedi.
    Ancak açık yüreklilikle söyleyeyim ki, maske öncesi Şebnem’in hikayesi, Maskeli Şebnem’den çok daha etkileyici. Denemek- yanılmak-hedeflemek-başarmak temelinde birlikte eğlenceli bir zaman geçirebildiğiniz bir arkadaşı her zaman bulamayabilirdiniz.
    Şebnem’in hikayesinin, Şebnem’den sonra yazılacak kısmının ilk cümlesiyle bitirelim: Hep güzel anılarda hatırlanacaksın.

    Devamını Oku

    SOSYAL MEDYA YASASI SANSÜR MÜ?

    SOSYAL MEDYA YASASI SANSÜR MÜ?
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Son dönemde gündemde olan ve TBMM’de yasalaşan sosyal medya düzenlemesi, haliyle epey tartışıldı.
    Doğal olarak, sansür endişelerinden yeni bir internet düzenine kadar içeriği doğru olan veya olmayan birçok şey konuşuldu.
    Bu nedenle ortada bulunan bilgi kirliliği üzerine sosyal medya düzenlemesinin ana hatlarıyla ne olduğunu konuşma ihtiyacımız ortaya çıktı.
    Hadi başlayalım.

    *

    Her şeyden önce ifade etmemiz gerekir ki, bütünüyle yeni bir yasa kabul edilmedi.
    Zaten elimizde bir yasa var. 5651 sayılı yasa “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi” konusunda birçok hüküm içeriyor.
    Sosyal medya yasası olarak konuşulan bu yasa ise, işte bu var olan yasaya önemli bir madde ekliyor. Buna göre Türkiye’de günlük erişimi 1 milyondan fazla olan her sosyal ağ sağlayıcısının, resmi prosedürleri yerine getirmek amacıyla Türkiye’de bulunan bir temsilci belirleme zorunluluğu getiriliyor. Bu zorunluluğa uymamaları halinde önce 40 milyon liraya varan para cezası, ardından da bant genişliğinde daralma getirilmesi, yani internet sitesine erişimin neredeyse imkansız hale getirilmesi öngörülüyor.
    Peki bu düzenleme sansür müdür, ne kadar olumludur?

    *

    Bu soruya yanıt vermeden önce değinmemiz gereken bir konu daha var.
    Sanal ortamdan bahsedildiği zaman günümüzde genel olarak kabul edilen ve sağlanması gereken 2 kriterimiz var.
    Birincisi, vergilendirmenin sağlanmasıdır. Yani sosyal medya firması ister yurt içi ister yurt dışı kaynaklı olsun, Türkiye’de kazanılan paranın Türkiye’de vergilendirilmesi bizim için önemlidir. Aksi halde Türk vatandaşlarının ödediği ücretlerin Türkiye yerine başka bir ülkede vergilendirilmesi ve sosyal medya firmalarının Türkiye’de vergi vermemesi sonucu piyasanın olumsuz etkilenmesi sonucu ortaya çıkar ki, bu da istemediğimiz bir durumdur.
    Birinci duruma ilişkin olarak zaten gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Örneğin facebookta reklam veren yani sponsorlu gönderi paylaşan arkadaşlarımız iyi bilmektedir ki, önceden yalnızca reklam ücreti öderken, artık ücretin KDV’sini de ayrıca ödemektedirler. Yeni gelen sosyal medya düzenlemesinde de vergilendirmeye ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır.
    İkinci kriterimiz ise sosyal medya sitelerinin bir temsilci bulundurmasıdır. Bu durum gerçekten zannettiğimizden daha önemlidir. Bunu bir örnekle açıklamak daha uygun olur.
    Örneğin, bir işletmeniz var diyelim. Sizinle hiç ilgisi olmayan bir kişi, işletmenizi sanki kendi işletiyormuş gibi bir internet sitesi kurup, sizin işletme bilgilerinize içinde yer verirse, müşterilerini kandırıp itibarınızı olumsuz yönde etkilerse ne yapabilirsiniz? Bu halde ilgili site hakkında gerekli yasal yollara başvurup siteye veya sitenin sizin bilgilerinizi haksızca paylaşan bölümüne erişimi engelleyebilirsiniz.
    Peki aynı kötüniyetli kişi, internet sitesi kurmak yerine örneğin facebook sayfası açıp, sizin bilgilerinizi paylaşıp müşterilerinizi elinizden alsa ne yapabilirsiniz?
    İşte bu kez site erişiminin engellenmesi teknik olarak mümkün olmuyor. Çünkü sadece tek bir sayfaya erişimin engellenmesi amacıyla bütün facebook’un kapatılması sizin de hak vereceğiniz üzere mantıklı ve akılcı değil.
    Bugüne kadar, yapılabilecek tek durum, ilgili sahte hesabın facebook veya ilgili sosyal medya sitenin kendi kurallarına göre şikayet mekanizmasını işletmek ve site yöneticilerinin şikayetinizi fark edip değerlendireceğini ummaktı.
    İşte aktif sosyal medya sitelerinin Türkiye’de temsilci bulundurması size yeni bir imkan daha sağlayacak. Bu kez yasal yollarla yaptığınız başvuru, doğrudan temsilciye gönderilebilecek ve hakkınız daha etkin şekilde aranabilecek.

    *

    Bu yönüyle düzenleme olumlu görünüyor.
    Hatta düzenleme incelendiğinde, yapılan her başvurunun olumlu sonuçlanma, yani içeriğin kaldırılması gibi bir zorunluluk olmadığı da görülüyor. Yapılan her başvuruya, sosyal medya sitesi olumlu yanıt verebileceği gibi, gerekçesini göstermek koşuluyla olumsuz bir yanıt da verebilir.
    Yani doğru kullanılırsa, bu düzenlemeyle sahte ve dolandırıcı hesaplar, çocuk pornosu ve müstehcenlik, nefret söylemi gibi birçok konuda gelişmeler sağlanabilir.
    Buna karşılık siyasi söylem ve ifade özgürlüğü kapsamında da uygulamanın dikkatli davranması gerekmektedir.

    *

    Bana göre düzenlemenin endişe uyandırabilecek tek yönü, mevcut iktidarın sanal alandaki özgürlükler konusunda sabıkasının bulunması ve ilerleyen zamanlarda bu düzenlemenin üzerine farklı bir yapı inşa etmek istemeleri durumunda ortaya çıkabilecektir.
    Düzenleme, bu haliyle herhangi bir sansür içermemekte, bizim gibi kullanıcıların kullanma alışkanlığını veya haklarını da kısıtlayacak bir duruma neden olmamaktadır.
    Dikkat edilmesi gerekir ki, bugüne kadar açılan 17.000’in üzerindeki Cumhurbaşkanına Hakaret davalarında sosyal medya içerikleri, bu düzenlemeler olmadan önce toplanmıştı. Yani elimizdeki sorunun kaynağını, sosyal medya sitelerinin Türkiye’de temsilci bulundurup bulundurmaması zorunluluğuyla karıştırmamamız gerekmektedir.
    Özetle, sosyal medyanın Türkiye’de temsilci bulundurmasını destekleyelim, ancak çağdaş anlayışta sanal alanda yasal ve baskı oluşturarak bir fayda edilebileceğini zanneden her türlü anlayışa bütünüyle karşı çıkalım.

    Hepinize saygılar sunuyorum.

    Devamını Oku

    BAYKAL’IN KENAN EVREN’E MEKTUBU

    BAYKAL’IN KENAN EVREN’E MEKTUBU
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Merhaba dostlar.

    Koronavirüs sürecinin devam ettiği bu günlerde, yavaştan sıkılmaya, yeni şeyler aramaya başladığımız bir dönemdeyiz.

    Diğer yandan da “normalleşme” adı altında, aslında pek de özlenmeyen, kutuplaştırıcı, sataşmacı politik söylemlere de rastlamaya başladık. Korona öncesi yapılan kutuplaştırmalar elbette bizim normalimiz değildir.
    Hatta belli bir süre, anlamsız bir şekilde darbe polemikleri gündemimizi meşgul etti.

    Biz de bu süreçte birlikte birkaç şey okuyalım, bilgi edinelim dedik ve Deniz Baykal’ın Kenan Evren’e yazmış olduğu mektup ilişti gözümüze.

    *

    İnternetten arandığı zaman da mektubun ana hatlarına ulaşmanız mümkün. Ancak tam metnine ulaşabilmek için biraz daha çaba sarf etmeniz gerekiyor.

    Ben mektubun tam metnini Onur Öymen’in “Bir Propaganda Silahı Olarak Basın” isimli kitabından okudum.

    Kitabı da ayrıca şiddetle öneririm.

    Mektubun tarihi 12 Ağustos 1983.

    Yani, 1980 öncesi parti liderlerinin ve önde gelenlerinin Zincirbozan’da “misafir edilme” dönemleri.

    Çünkü o dönemde 80 öncesi liderlerin yeni parti kurmaları veya etkilemeleri kesinlikle istenmiyordu.

    Zincirbozan’da hukuksuzca tutulan politikacıların serbest bırakılmaları gündeme geldiğinde, onlara bir belge imzalatılmak istenmişti.

    Belgede de, özgürlüklerinden yoksun kalmalarından ve orada gördükleri muamelelerden şikayetçi olmadıkları yazıyordu.

    Ancak başta Baykal olmak üzere CHP’liler bu belgeyi imzalamayı reddettiler.

    Baykal “Siz bizi buraya bizim irademizle mi getirdiniz ki, buradan çıkmamıza izin vermek için belge imzalatıyorsunuz” diyordu.

    Sonuç olarak belge yırtıldı, politikacılar şartsız serbest bırakıldı.

    İşte bu süreçlerin ardından Deniz Baykal, dönemin Milli Güvenlik Komitesi Başkanı Kenan Evren’e bir mektup yazmıştır.

    Mektupta bazı teknik tespitlerin yanı sıra, hukuk devletini ve siyasi tarihimizi daha iyi anlamamızı sağlayacak cümleler de vardır.

    Mektubun tamamı, burada aktarabilmek için fazlaca uzundur.

    O nedenle mektubun bazı bölümlerini aşağıda aynen aktaracağız.

    *

    “MGK’nın 79 sayılı bu kararı (Zincirbozan ikamet zorunluluğu) 1982 Anayasası’na aykırı olarak alınmıştır. Çünkü MGK’nın 1982 Anayasasını değiştirme yetkisi yoktur. MGK’nın kanunları ve 1961 Anayasasını değiştirebilmesi 1982 Anayasasını değiştirebileceği anlamına gelmez.”

    “Sanıyorum ki asıl önemli olan bir Anayasa ihlalini de göze alarak, bir siyasi partinin kapatılmasına, on binlerce insana yeni siyasal hak yoksunluğu getirilmesine ve 16 kişinin toplumdan tecrit edilmesine niçin ihtiyaç duyulduğudur. Öyle anlaşılıyor ki, bu uygulama geçmişe dönük bir hesaplaşma hevesinden değil, geleceği biçimlendirme özleminden kaynaklanmaktadır. Siyasi parti kurucusu olarak 10 Ağustos 1983 tarihine kadar başvurulan 602 kişiden 343’ünün yani % 60’a yakınının veto edilmiş olması, MGK’nın milletvekili adaylarını veto edip parti listelerine aday yerleştirme yetkisini almış bulunması da gelecekle ilgili bir arayışın belirtileri sayılmalıdır. Galiba olağan döneme geçtikten sonra da toplumun kendi özgür ve bağımsız iradesi ile kendi yolunu çizmesinin sakıncalı olabileceği düşünülmekte, milletin güvenebileceği kişiler onun adına seçilmek istenmektedir.”

    “Türkiye gibi hızlı bir kalkınma ve yapısal değişme sürecini yaşayan gelişme yolundaki bir ülkenin halihazır ve gelecekteki bunalımlarının tümünü bir askeri müdahale ile çözme hayalini ciddi ve sorumlu bir anlayışla bağdaştırmak mümkün değildir. Türkiye, Atatürklerin, İnönülerin önderliğinde asker-sivil yönetimleri 25 yılı aşkın bir süre denedikten sonra, demokratik rejimin kaçınılmazlığını yaşayarak görmüştür. 30 yıllık bir demokrasi deneyiminden sonra şimdi tekrar Türkiye yolunu arayan bir ülke durumuna sokulmamalıdır.”

    “12 Eylül yönetiminin, milli iradenin onaylamak zorunda bırakılacağı tercihler yapmaya yöneltilmesi, ülkeyi büyük bunalımların içine sürükler. Bir kez böyle bir tercih yapıldıktan sonra bu tercihin reddedilmesinin de, kabul edilmesinin de ayrı ayrı sakıncaları vardır. Kimse kişisel tercihlerini milli menfaatlerin icabı haline dönüştürüp milli iradeyi zorlayamamalı, bu zorlamanın tahribatını Türk Milleti’ne ve onun kurumlarının sırtına yükleyememelidir.”

    “Ülke olarak devasa sorunlarla karşı karşıyayız. Fakat ne bu sorunlardan, ne birbirimizden, ne de milletten korkmamıza gerek vardır. Büyün güçlükleri ancak milletin sevgisi ve desteğiyle aşabiliriz. Türkiye’nin aydınlık geleceği vehimlerle, kuşkularla, suçlamalarla ve zorlamalarla değil, sevgi ve güven duygusu ile özgür tartışma ile ve millet egemenliği inancı içinde demokratik uzlaşmalarla kurulabilir.”

    “Avrupa’da 700 yıl önce Magna Carta, Habeas Corpus ile güvence altına alınan temel hakların Türkiye’de 1983 yılında ihlal edilmesi karşısında, hakları ihlal edilenlerin bile bu duruma itiraz edememeleri gibi bir ayıptan ülkemi korumak istedim. Gücüm bu kadarına yetti.”

    *

    Geleceğe doğru yön verebilmesi dileklerimle hepinize saygılar sunuyorum.

    Devamını Oku

    İDEALİST GÖRÜNÜMLÜ KOMİSYONCULUK

    İDEALİST GÖRÜNÜMLÜ KOMİSYONCULUK
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    Koronavirüs günlerinde, pek çok şeyden kaybımız olsa da, ciddi bir kazanç elde ettiğimiz bir konu oldu: Zaman.

    Gerçekten de düşünmek ve değerlendirmek için aradığımızdan çok daha fazla zamana sahibiz.

    Böyle zamanlarda da genellikle bir işin sonuçları ve uç noktalarından ziyade, temeli ve çıkış noktalarını düşünmeye başlıyoruz.

    Örneğin, Koronavirüs sonrasında politika kaldığı yerden devam edecek. Peki bu dönem yeniden başladığında neleri değiştirmeliyiz, neyi gözden geçirmeliyiz? Politikacılar yönünden en temel sorunlarımız nelerdir?

    İşte bu konuda daha önce de konuşulan bazı fikirleri değerlendirelim istedik.

    *

    Yazı başlığına baktığımızda hangi konudan bahsettiğimizi anlamak kolay değil, hak veriyorum. Hatta politika ile komisyonculuk bağlantısı da nereden çıktı denilebilir. O yüzden öncelikle buna ilişkin birkaç bilgi vermekte fayda var.

    Denilmektedir ki, idealistler, insanlık için yeni bir çıkış noktası ve kendilerine özgü bir dünya görüşüne sahiptirler. Siyaseti de bu görüşleri doğrultusunda şekillendirmeye özen gösterirler.

    Komisyoncular ise herhangi bir ideal barındırmazlar, yalnızca farklı çıkarlar arasında arabuluculuk yaparlar, sağlanan uzlaşmadan da komisyon alırlar. Bu komisyonun maddi bir karşılığı olabileceği gibi daha çok itibar veya oy desteği gibi manevi bir karşılığı da olabilir.

    Bu ayrıma baktığımızda her iki grup politikacıyı da eleştirebiliriz. Denilebilir ki, idealistler kendilerini tek bir görüşe saplamışlardır, hiçbir şekilde uzlaşmazlar, değişmeyi veya taviz vermeyi düşünmezler. Haksız bile olsa partizandırlar. Hatta daha popülist yaklaşıp, “Efendim, bunlar halktan kopuktur, elittir, sadece düşünürler ama icraat yapmazlar” da diyebiliriz.

    Diğer yandan da komisyoncular hakkında toplumun gelişmesinde hiçbir etken rol oynamazlar, kendilerini üst makama getirmek için etliye sütlüye karışmadan, doğru – yanlış ayırt etmeden kendilerine gelen istekleri yerine getirmeye çalışırlar diyebiliriz.

    *

    Peki sizce, Alanya ölçeğine baktığımızda idealist – komisyoncu politikacıların oranı kaçtır?

    Bu soruya köşemizde yanıt vermeye niyetli değilim. Burada amacımız peşinen karar vermek değil, okuyucularımızla birlikte düşünüp doğru tespiti sizlere bırakmaktır.

    Tahmin ediyorum ki, bir çoğumuz hangi politikacının idealist, hangisinin komisyoncu yaklaşımla hareket ettiğini zaten biliyordur.

    Beyin fırtınasını sizlere bırakmakla birlikte, konu üzerinde endişe duyduğumuz bir noktadan bahsedip, konuyu şimdilik noktalamak isteriz. İşte yazı başlığı da burada devreye giriyor: İdealist görünümlü komisyonculuk.

    *

    Evet gerçekten de, politikacıların bir yandan toplumu ileriye götürecek sistemli fikirleri, diğer yandan da taraflar arasında girişken, sorun çözücü, idare edici yapıya sahip olması gerekir.

    Bununla birlikte idealist görünümlü komisyoncular her iki özelliği de karşılayamayan bir grup olmaktadır.

    Öyledir ki, bu grup, fazla bilgi sahibi olmamakla birlikte, internetten veya birkaç kitaptan ya da en basitinden birkaç sohbetten edindiği bilgileri kendisine kesin doğru sayar. Bu yönüyle idealist bir görüntü çizmekle birlikte, hiçbir şekilde karşıt görüşle bir araya gelmez veya basınla bu yönde ilişkiye girmez. Çünkü o zaman bekleneni karşılayamayacağını iyi bilmektedir.

    Bununla birlikte “her şeyi iyi biliyorum” cesaretiyle komisyonculuk siyaseti yapmaktan da geri durmaz. Yaptığı işleri basmakalıp, tekrar eden birkaç sözle ifade eder, “herkesle iyi anlaşıyorum” derken, siyasi rakiplerine de yan gözle bakmaktan geri durmaz.

    İşte bana göre, en tehlikeli politikacı grubu budur. Bir politikacı gerçek anlamda idealist veya komisyoncu ise en azından kendisi ve kendisinden beklenti içinde bulunan halk kitleleri durumun farkındadır ve aralarında samimi bir ilişki kurulabilir. Oysa idealist görünümlü komisyoncularda bu mümkün müdür?

    Son soruyla yazımızı tamamlayalım: Bu bahsettiklerimize göre, sizce Alanya’da cesaretle kendisini idealist görünümlü komisyoncu olarak tanımlayacak politikacı var mıdır, yoksa bu konuda kafalarını kuma gömmeyi mi tercih edeceklerdir?

    Hepinize saygılarımı sunuyorum.

    Devamını Oku

    KORONAVİRÜS DÖNEMİNİN TEORİDE KAYBEDENİ: POPÜLİZM

    KORONAVİRÜS DÖNEMİNİN TEORİDE KAYBEDENİ: POPÜLİZM
    0

    BEĞENDİM

    ABONE OL

    2020 yılının başından itibaren etkisini göstermeye başlayan, Mart ayından itibaren, yani son 1 aydan beri de günlük hayatımızı ciddi olarak etkileyen bir gündemimiz oldu: Koronavirüs pandemisi.

    Tıbbi bakımdan gelişmeler yaşanmakla birlikte, sosyal ve ekonomik yönden de sürecin tartışılması kaçınılmazdı. Öyle ki temel sağlık önlemlerinin alınmasının ardından politik söylemleri daha sık duyar hale geldik. Bu söylemlerin çoğu da aynı çıkış noktasına dayanıyor: “Bundan sonra yeni bir dünya düzeni kurulacak.”

    Peki gerçekten öyle mi olacak? Biraz tartışalım.

    *

    Hey şeyden önce, ortak noktası “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” temalı fikirler, bu noktadan sonra büyük ayrışmalar göstermektedir. Sosyal demokratların, liberallerin ve muhafazakarların birbirlerine vurduğu, karşıt sistemlerinin koronavirüsle mücadelede başarısız olduğu ve dolayısıyla kendi inandıkları sistemin uygulanması yönünde karşılıklı atışmaları görmekteyiz.

    Evet, Koronavirüs süreci politik söylemler yönünden bulunmaz fırsatlar vermiştir. Çin’e karşı argüman üretmek isteyen ABD için, AB karşıtı söylemde bulunmak isteyen ülkeler için vaka ve ölüm sayıları üzerinden yüklenmenin kabul edilebilir bir karşılığı elbette olacaktır.

    Ancak bana kalırsa, köklü bir değişikliği ileri süren fikirlerin hiçbiri bir “ideolojik umut”tan ileri geçemeyecektir.

    Öncelikle, toplumların pandemiden dolayı davranışlarını değiştirdiğine veya değiştireceğine yönelik herhangi somut bir veriye henüz ulaşılamamaktadır. İnsanlar, pandeminin ardından kendi bildiği günlük yaşantısına dönmek için şimdiden hazırlık yapmaktadır. Bu dönemde edinilen bazı temizlik alışkanlıklarının sistemi bütünüyle değiştirebileceğini düşünmek fazlasıyla iyimserlik olacaktır.

    *

    Bununla birlikte, pandeminin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini iddia etmek de gerçekçi değildir. Belki bütünüyle bir sistemi sorgulatmasa da işleyişin aksaklıklarını ortaya koyması yönünden verimli bir süreç olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.

    Bu bakımdan kısaca özetlersek;
    – İdeolojilerin değil ama popülist yöneticilerin, yalnızca karizmasıyla öne çıkan liderlerin hangi görüşten olursa olsun başarılı bir süreç gösteremediği,
    – Akademilerde yüzeysel ve popülist araştırmaların, gerçek bir pratik sorun karşısında yetersiz kaldığı,
    – Medyanın “başına dert almadan günü geçirme” stratejisinin basın etiğiyle bağdaşmadığının net bir şekilde görünmesini sağlamıştır.
    Bu süreç, herkesin her şeye yetebilmeye çalıştığı ve yapılan işin niteliğinden çok tanıtımına emek harcandığı popülizm dinamiklerine büyük zarar vermiştir. Esasen tartışılma kökeni daha önceye dayanan bu konu pandemiyle ateşlenmiştir.

    Elbette bir anda popülizm düşmanlığı gelişmesini beklememeliyiz, ancak ileride yaşanacak değişikliklerin, fikirsel üretim kalitesinin artmasının temel tarihlerinden birisi olarak bu dönemi gösterebiliriz.

    Bir sonraki insanlığın tamamını ilgilendiren sorunda daha hazırlıklı ve başarılı olmamız dileğiyle.

    Devamını Oku