18 Eylül 2020 Cuma
2020 yılının başından itibaren etkisini göstermeye başlayan, Mart ayından itibaren, yani son 1 aydan beri de günlük hayatımızı ciddi olarak etkileyen bir gündemimiz oldu: Koronavirüs pandemisi.
Tıbbi bakımdan gelişmeler yaşanmakla birlikte, sosyal ve ekonomik yönden de sürecin tartışılması kaçınılmazdı. Öyle ki temel sağlık önlemlerinin alınmasının ardından politik söylemleri daha sık duyar hale geldik. Bu söylemlerin çoğu da aynı çıkış noktasına dayanıyor: “Bundan sonra yeni bir dünya düzeni kurulacak.”
Peki gerçekten öyle mi olacak? Biraz tartışalım.
*
Hey şeyden önce, ortak noktası “hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” temalı fikirler, bu noktadan sonra büyük ayrışmalar göstermektedir. Sosyal demokratların, liberallerin ve muhafazakarların birbirlerine vurduğu, karşıt sistemlerinin koronavirüsle mücadelede başarısız olduğu ve dolayısıyla kendi inandıkları sistemin uygulanması yönünde karşılıklı atışmaları görmekteyiz.
Evet, Koronavirüs süreci politik söylemler yönünden bulunmaz fırsatlar vermiştir. Çin’e karşı argüman üretmek isteyen ABD için, AB karşıtı söylemde bulunmak isteyen ülkeler için vaka ve ölüm sayıları üzerinden yüklenmenin kabul edilebilir bir karşılığı elbette olacaktır.
Ancak bana kalırsa, köklü bir değişikliği ileri süren fikirlerin hiçbiri bir “ideolojik umut”tan ileri geçemeyecektir.
Öncelikle, toplumların pandemiden dolayı davranışlarını değiştirdiğine veya değiştireceğine yönelik herhangi somut bir veriye henüz ulaşılamamaktadır. İnsanlar, pandeminin ardından kendi bildiği günlük yaşantısına dönmek için şimdiden hazırlık yapmaktadır. Bu dönemde edinilen bazı temizlik alışkanlıklarının sistemi bütünüyle değiştirebileceğini düşünmek fazlasıyla iyimserlik olacaktır.
*
Bununla birlikte, pandeminin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini iddia etmek de gerçekçi değildir. Belki bütünüyle bir sistemi sorgulatmasa da işleyişin aksaklıklarını ortaya koyması yönünden verimli bir süreç olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Bu bakımdan kısaca özetlersek;
– İdeolojilerin değil ama popülist yöneticilerin, yalnızca karizmasıyla öne çıkan liderlerin hangi görüşten olursa olsun başarılı bir süreç gösteremediği,
– Akademilerde yüzeysel ve popülist araştırmaların, gerçek bir pratik sorun karşısında yetersiz kaldığı,
– Medyanın “başına dert almadan günü geçirme” stratejisinin basın etiğiyle bağdaşmadığının net bir şekilde görünmesini sağlamıştır.
Bu süreç, herkesin her şeye yetebilmeye çalıştığı ve yapılan işin niteliğinden çok tanıtımına emek harcandığı popülizm dinamiklerine büyük zarar vermiştir. Esasen tartışılma kökeni daha önceye dayanan bu konu pandemiyle ateşlenmiştir.
Elbette bir anda popülizm düşmanlığı gelişmesini beklememeliyiz, ancak ileride yaşanacak değişikliklerin, fikirsel üretim kalitesinin artmasının temel tarihlerinden birisi olarak bu dönemi gösterebiliriz.
Bir sonraki insanlığın tamamını ilgilendiren sorunda daha hazırlıklı ve başarılı olmamız dileğiyle.